Felsefesi

Yüzyıllar boyunca, büyük bir rahatlıkla evrendeki ayrıklık ve sonluluğu fark ettik. Çok önceleri Yunanlılar madde sürekliliğinin ayrık atomlarla değiştirilmesini önerdiler. Ardından Avagadro bir kutu içindeki atomları saydı ve sonlu sayıda olduklarını buldu. Bu yüzyılda Einstein, Newton'un sonsuz hız kavramını reddetti, Planck enerji sürekliliğimizi elimizden aldı. Sonraları, Heisenberg eşlenik değişkenleri gözlemekteki kesinliğin sınırlarını anımsattı. Ve son olarak, algoritmik kaos kuramları, hiçbir değişkenin kesinlikle ölçülemeyeceğini kibarca ortaya koydu. Yani fiziksel olarak, sayılar sürekliliği bir hayaldir.

Hayatı

Harvard Üniversitesi İşletme Bölümü'nde (Harvard Business School) ekonomi ve yönetim bilimleri profesörüdür. Aynı zamanda Strateji ve Rekabetçilik Enstitüsü (Institute for Strategy and Competitiveness) başkanıdır. Stratejik yönetim alanında dünyanın önde gelen bilim adamlarından biridir. Akademik çalışmaları, şirketlerin veya bölgelerin nasıl rekabetçilik avantajları oluşturabileceği üzerine yoğunlaşmıştır.

Porter özellikle şu çalışmaları ile ünlüdür: Üç genel rekabet stratejisinin açıklanması (segmanlara ayırma, maliyet öncülüğü ve farklı konuşlanma stratejileri), bir şirketin üretim süreçlerini blok bir ok şeklinde betimleyen değer zinciri (Value chain) ve beş güç modeli (five forces model) kullanarak bir endüstrinin veya pazarın çekicilik ve rekabet analizinin yapılması.

Porter ayrıca bölgesel kümelenme (Cluster building) ile rekabet avantajlarının meydana getirilmesi teorisinin kurucusudur. Bir çok otorite tarafından en etkili yönetim düşünürlerinden biri olarak gösterilmektedir.

Douglas McGregor, 1960 yılında X Teorisi ve Y Teorisi olarak adlandırdığı iki teori ortaya atmış: X Teorisine göre davranan yöneticiler:
• Ortalama insanların tembel olduklarını ve işi sevmediklerini varsayarlar.
• İş yerindeki çalışanların kontrol edilmesi, yönlendirilmesi, ve hatta işletmenin hedeflerine ulaşabilmesi için tehdit edilmesi gerektiğini düşünürler.
• Ortalama insanların sorumluluktan kaçtığına, yönetilmesi gerektiğine, ve güvende olmayı herşeyin üstünde tuttuğuna inanırlar. Burada ana prensip “organizasyon ve kontrol” dür. McGregor bu yönetim stilinin modern organizasyonlar için artık uygun olmadığını dile getirmiştir.

Y Teorisine göre davranan yöneticiler:
• İşin, insanlar için, dinlenme ve eğlenme gibi doğal bir süreç olduğuna,
• İnsanların kendilerini adamış oldukları hedeflere ulaşmak için kendi kendilerini yönetip kontrol edebileceklerine,
• Ortalama düzeydeki insanların bile, kendilerine doğru koşullar sağlandığında, sorumluluk almak isteyeceğine ve sorumluluğu kabul edeceğine,
• İş tatmin edici olduğu sürece, kuruma bağlılığın kendiliğinden oluşacağına inanırlar. McGregor, ortaya koyduğu teorilerin bir kısmının uygulumaya geçirilemeyeceğinin bilincindeydi ancak yöneticilerden en azından şu ana prensibi uygulamaya koymalarını istemişti:
• Çalışanlar, kendilerine sorumluluk sahibi ve değerli çalışanlar gibi davranıldığı zaman, işletmeye daha çok katkıda bulunurlar.
Teori
Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen isimdir. İsmi, Edward N. Lorenz'in hava durumuyla verdiği örnekten geliyor: Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtına kopmasına sebep olabilir.
Kelebek Etkisi'ni 1963 yılında Edward N. Lorenz bilgisayarıyla hava durumuyla ilgili hesaplar yaparken buldu. İlk hesaplamasında 0,506127 sayısını başlangıç verisi olarak kullandı. İkinci hesaplamada ise 0,506 sayısını verdi. İki sayı arasında sadece yaklaşık 1/1000 (binde bir), yani bir kelebeğin kanat çırpmasının yarattığı rüzgârla eşdeğerde fark olmasına rağmen, süreç içinde ikinci hesap birinci hesaba karşın çok farklı neticeler verdi.
HayatıLorenz, West Hartford, Connecticut'ta dünyaya geldi. Dartmouth kolejinde, Yeni Hampshire'da, Harvard Üniversitesi ve Massachusetts aralarında matematik dersleri aldı. İkinci Dünya Savaşı sırasında Lorenz, ABD hava pilotları için hava çalışanı olarak görev aldı. Savaştan döndükten sonra, meteoroloji üzerine ders almaya devam etti. Lorenz, 1963 yılında MIT’de meteorolog olarak çalışırken, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufacık değişikliklerin bile, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabileceğini öngörmüş ve bunu örneklendirmek için 1972’de sunduğu bir çalışmada, bir kelebeğin Amazon ormanlarında kanat çırpmasının Avrupa’da fırtına kopmasına sebep olabileceği ifadesini kullanmıştı. Lorenz, sadece üç değişkenle kaos ortamı doğabileceğini keşfetmiş ve daha 19. yüzyılda Fransız matematikçisi Henri Poincaré’nin fikir olarak ortaya attığı çok basit bir sistemde çok karmaşık bir dinamiğin ortaya çıkabileceğini kanıtlamıştı. Lorenz’in teorisi ve buluşları, sadece matematik alanında değil, biyoloji, fizik ve sosyal bilimler alanında da yeni bir araştırma alanının doğmasına vesile olmuştu.
Kaos kuramı, kaos teorisi veya kargaşa kuramı; yapısal olarak bir fizik teorisi ya da matematiksel bir tümevarım değil, fiziksel gerçeklik parçalarının bir bütün olarak eğilimini açıklamaya yarayan bir yöntemdir.
Bir sigara dumanının havada yaptığı şekiller tamamen düzensiz ve bağımsız raslantıların ürünü olarak görülebilir. Ancak bir teorik fizikçi dumanın bu dinamiğinin aslında ortamdaki birçok parametre ve etken ile belirlendiği görüşündedir. Bu girdiler o kadar çoktur ve o kadar değişkendir ki incelemek ve net bir kanıya varmak imkânsızdır. Parametrelerin bu denli değişken olması aslında o parametrelerin de bir çıktı olmasından kaynaklanır. Dumanın hareketine neden olan hafif bir hava akımı aslında odanın başka yerindeki bir sıcaklık değişikliği ve basınç farkının neden olduğu bir harekettir. Ayrıca dumanın dinamiğini etkileyen girdiler birbirlerine bağlı olabilirler ki bu durumu tam anlamıyla içinden çıkılmaz hâle sokar. Sigara dumanı örneğine geri dönersek, hava akımının yalnızca sıcaklık değişiminden kaynaklandığını farzedelim (ki pratikte bu milyonlarca etkenden biridir). Sıcaklık değişimi ortamda basınç farkı yarattığından hava akımını etkiler. Ancak oluşan hava akımı sıcaklıkta tekrar değişimlere neden olacağından farklı girdilerle tekrar bir fonksiyon oluşturur ve bu değişim sonsuza kadar devam eder. Birçok farklı girdinin sürekli değişerek fiziksel değişimler ve farklı düzenler yaratması ve bu düzenlerin yine kendisini etkilemesi insan zekasının ve günümüzdeki gözlem ve bilimsel tahmin yeteneklerinin çok çok üstünde olmasından dolayı kaos olarak nitelendirilir. Oysa tüm bu değişimlere neden olan fiziksel yasalara ve matematiksel açıklamalara hakimiz. İşte bu noktada karşımıza düzen ve anarşinin aslında birbirine ne kadar sıkı sıkıya sarılmış olduğu ortaya çıkar. Fiziksel yasalar ne kadar basit olursa olsun sonuç o kadar raslantısal ve karmaşa doludur.
Sayısal bilgisayarların ve onların çıktılarını çok kolay görülebilir hâle getiren ekranların ortaya çıkmasıyla gelişti ve son on yıl içinde popülerlik kazandı. Ancak kaotik davranış gösteren sistemlerde kestirim yapmanın imkânsızlığı bu popüler görüntüyle birleşince, bilim adamları konuya oldukça kuşkucu bir gözle bakmaya başladılar. Fakat son yıllarda kaos teorisinin ve onun bir uzantısı olan fraktal geometrinin, borsadan meteorolojiye, iletişimden tıbba, kimyadan mekaniğe kadar uzanan çok farklı dallarda önemli kullanım alanları bulması ile bu kuşkular giderek yok olmaktadır.
Gelişimi
Teoriye temel oluşturan matematiksel ve temel bilimsel bulgular, 18.yüzyıla, hatta bazı gözlemler antik çağlara kadar geri gitmektedir. Yunan ve Çin mitolojilerinde yaradılış efsanelerinde başlangıçta bir kaosun olması rastlantı değildir. Özellikle Çin mitolojisindeki kaosun, bugün bilimsel dilde tanımladığımız olgularla hayret verici bir benzerliği olduğunu görülür. Batı'da da daha sonraki dönemlerde bilim adamları tarafından karmaşık olgulara dair gözlemler yapılmıştır. Poincare, Weierstrass, von Koch, Cantor, Peano, Hausdorff, Besikoviç gibi çok üst düzey matematikçiler tarafından bu teorinin temel kavramları bulunmuştur.
Uygulama
Tümevarım
Karmaşık sistem teorisinin ardında yatan yaklaşımı felsefe, özellikle de bilim felsefesi açısından incelencek olunursa, ortaya ilginç bir olgu çıkar. Aslında bugün pozitif bilim olarak nitelendirilen şey, batı uygarlığının ve düşünüş biçiminin bir ürünüdür. Bu yaklaşımın en belirgin özelliği, analitik oluşu yani parçadan tüme yönelmesidir (tümevarım).
Genelde karmaşık problemleri çözmede kullanılan ve bazen çok iyi sonuçlar veren bu yöntem gereğince, önce problem parçalanır ve ortaya çıkan daha basit alt problemler incelenir. Sonra, bu alt problemlerin çözümleri birleştirilerek, tüm problemin çözümü oluşturulur. Ancak bu yaklaşım görmezden gelerek ihmal ettiği parçalar arasındaki ilişkilerdir. Böyle bir sistem parçalandığında, bu ilişkiler yok olur ve parçaların tek tek çözümlerinin toplamı, asıl sistemin davranışını vermekten çok uzak olabilir.
Tümdengelim
Tümevarım yaklaşımının tam tersi ise tümdengelim, yani bütüne bakarak daha alt olgular hakkında çıkarsamalar yapmaktır. Genel anlamda tümevarımı Batı düşüncesinin, tümdengelimi Doğu düşüncesinin ürünü olarak nitelendirmek mümkündür. Kaos ya da karmaşıklık teorisi ise, bu anlamda bir Doğu-Batı sentezi olarak görülebilir. Çok yakın zamana kadar pozitif bilimlerin ilgilendiği alanlar doğrusallığın geçerli olduğu, daha doğrusu çok büyük hatalara yol açmadan varsayılabildiği alanlardır.
Doğrusal bir sistemin girdisini x, çıktısını da y kabul edersek, x ile y arasında doğrusal sistemlere özgü şu ilişkiler olacaktır:
Bu özellikleri sağlayan sistemlere verilen karmaşık bir girdiyi parçalara ayırıp her birine karşılık gelen çıktıyı bulabilir, sonra bu çıktıların hepsini toplayarak karmaşık girdinin yanıtını elde edebiliriz. Ayrıca, doğrusal bir sistemin girdisini ölçerken yapacağımız ufak bir hata, çıktının hesabında da başlangıçtaki ölçüm hatasına orantılı bir hata verecektir. Hâlbuki doğrusal olmayan bir sistemde y’yi kestirmeye çalıştığımızda ortaya çıkacak hata, x'in ölçümündeki ufak hata ile orantılı olmayacak, çok daha ciddi sapma ve yanılmalara yol açacaktır. İşte bu özelliklerinden dolayı doğrusal olmayan sistemler kaotik davranma potansiyelini içlerinde taşırlar.
Kaos görüşünün getirdiği en önemli değişikliklerden biri ise, kestirilemez determinizmdir. Sistemin yapısını ne kadar iyi modellersek modelleyelim, bir hata bile (Heisenberg belirsizlik kuralı'na göre çok ufak da olsa, mutlaka bir hata olacaktır), yapacağımız kestirmede tamamen yanlış sonuçlara yol açacaktır. Buna başlangıç koşullarına duyarlılık adı verilir ve bu özellikten dolayı sistem tamamen nedensel olarak çalıştığı halde uzun vadeli doğru bir kestirim mümkün olmaz. Bugünkü değerleri ne kadar iyi ölçersek ölçelim, 30 gün sonra saat 12'de hava sıcaklığının ne olacağını kestiremeyiz. Bu görüş paralelinde ortaya konan en ünlü örnek ise Kelebek Etkisi denen modellemedir. Bu modelleme, en basit hâliyle şu iddiayı taşır: "Çin de kanat çırpan bir kelebek ABD de bir fırtınaya neden olabilir". Kelebek etkisine verilebilecek bir diğer örnekte 1861-1865 yılları arasında süren Amerikan İç Savaşı'dır. Amerikanın güney eyaletleri dış işlerde birbirine bağımlı ama iç işlerinde bağımsız olmak yani konfederasyon isterken, kuzey eyaletleri birbirine çok daha katı bir şekilde bağlı olmak isterler, yani federasyon isterler. Ayrıca kuzeyde modern kapitalizmin kuralları gereğince, emek gücüne harcadığı emek karşılığı ücret yani yövmiye ya da maaş ödenirken, güneyde ise köle iş gücü vardır. Kuzey eyaletleri Amerikanın güney eyaletlerindeki köle iş gücünün tasfiye olmasını isterler, çünkü böylece kuzeye gelecek olan fazla iş gücü yüzünden işçilik ücretleri düşecektir. Bundan dolayı Amerikanın kuzey ve güney eyaletleri arasında 1861 yılında savaş çıkar ve kuzey eyaletleri Amerikanın güney eyaletlerinin limanlarını ablukaya alırlar. Amerikanın güney eyaletleri ise İngiltere ve Rusya'ya pamuk satamaz ve 19. yy'ın en önemli sanayilerinden birisi tekstildir. Bunun üzerine Rusya ve İngiltere pamuk yetiştirebileceği alanlar araştırmaya başlar. 1860lardan 1880lere kadar Rusya tüm Orta Asya'yı işgal eder, çünkü burası pamuk üretimi için çok elverişlidir. İngiltere ise Hindistan'ın Doğu kısmını işgal eder yine pamuk üretimi için. Görüldüğü gibi, Amerika'da çıkan bir iç savaş neticesinde Orta Asya'yı Rusya işgal ederken Doğu Hindistan'ı da İngiltere işgal etmiştir. İşte "Kelebek Etkisi" ya da "Kaos Teorisi" buna denir.Teorinin temel önermeleri
Düzen düzensizliği yaratır.
Düzenin anlayamadığımız hali(kaos) varsa ki -illa ki olmalıdır- bundan dolayı düzensiz diyemeyiz. Yani düzenin dışına çıkmak imkânsızdır.
Düzensizliğin içinde de bir düzen vardır.
Düzen düzensizlikten doğar.
Yeni düzende uzlaşma ve bağlılık değişimin ardından çok kısa süreli olarak kendini gösterir.
Ulaşılan yeni düzen, kendiliğinden örgütlenen bir süreç vasıtasıyla kestirilemez bir yöne doğru gelişir. (http://tr.wikipedia.org/)
Hayatı
Kurt Gödel (28 Nisan 1906 - 14 Ocak 1978), mantıkçı, matematikçi ve matematik felsefecisidir. Kendi ismiyle anılan Gödel'in Eksiklik Teoremi ile tanınır.
Teoremlerinde tam sayı aritmetiğini içerecek kadar karmaşık herhangi bir sistemin içinde, sistemin aksiyomlarından yola çıkarak doğruluğu veya yanlışlığı kanıtlanamayacak önermeler bulunacağını ispatlamıştır. Bunun için ise Gödel numaralandırması ismi verilen bir metod geliştirmiştir. Meşhur teoremini Viyana Üniversitesindeki doktora çalışması sırasında 1931 yılında ispatlamış, bununla 20. yüzyıl matematiğinin yönünü değiştirmiştir.
1940'larda Princeton Üniversitesi İleri Araştırmalar Enstitüsünde Kurt Gödel, Einstein’ın kütle çekimi alanı denklemlerine, ekseni etrafında dönen bir evreni tanımlayan bir çözüm getirdi. Evrenin dönüşü ışığı (ve dolayısıyla cisimler arsındaki nedensellik bağlarını da) birlikte sürükleyecekti. Dolayısıyla maddi cisimde, ışık hızını aşmaya gerek kalmaksızın uzayda ve zamanda kapalı bir halka çizecekti. Gödel’in modeli, zamanda geriye gitmenin görelilik kuramınca yasaklanmadığını ortaya koydu. Kurt Gödel, Einstein'ın alan denklemlerini kullanarak, bir evren modeli tasarladı. Tasarım Einstein'ınkine benziyordu ama Gödel'in yaklaşımında kozmolojik sabitlere negatif bir değer veriliyordu. Einstein da kuramının bazı durumlarda geçmişe yolculuğa izin verdiği düşüncesinden rahatsızlık duyduğunu ifade etmiştir. Yalnız Gödel'in bu modeli gökbilimcilerin gözlemlediği kütleçekimsel kızıla kayma tarafından yanlışlanmaktadır.
İçine kapanık bir kişiliği olan Gödel, son yıllarında zehirleneceği paranoyasına kapılarak hiçbir şey yememeye başlamış, bunun sonucunda beslenme eksikliğinden 14 Ocak 1978'de Princeton'da ölü bulunduğunda cenin pozisyonundaydı ve sadece 29.5 kiloydu.
Eksiklik Teorisi
Kurt Gödel'in 1931 yılında doktorasında verdiği "Principia Mathematica Gibi Dizgelerin Biçimsel Olarak Karar Verilemeyen Önermeleri Üzerine" başlıklı makalesinde 4. önerme olarak geçer. Sezgisel olarak matematikte belitlere (aksiyom) dayanan her sistemin tutarlı olması dahilinde eksik olması gerektiğini bildirir. Gödel'in ifadesiyle:
"Her ?-tutarlı yinelgen tamdeyimler sınıfı K'ya öyle yinelgen r sınıf-imleri tekabül eder ki, bu durumda, ne vGnr ne de ~(vGnr), Flg(K)'ya ait olur (Burada v, r'nin bağsız değişken idir)."
Daha Türkçe bir anlatımla:
"Sayı Kuramı nın bütün tutarlı ilksavlı formülasyonları karar verilemeyen önermeler içerir."
Bu önermeyi biraz açacak olursak, tutarlı biçimsel bir dizge (sistem) kurallara ve belitlere dayanıyorsa bu dizge kesinlikle karar verilemeyen (ne doğru ne de yanlış olduğu kanıtlanabilen) önermeler içerecektir. Gödel'in ikinci teoremi, her biçimsel dizgenin sayılar kuramına eşbiçimli (izomorfik) olduğunu söyler. Bu durumda bu teoremle, Sayı Kuramı nın her formülasyonunun eksik olması gerektiği kanıtlanmıştır.
Bu karar verilemeyen önermeler için en çok bilinen örnekler; (sayılar kuramında) Seçim Beliti, (geometride) Pararlellik Beliti, (mantıkta) Eubulides Paradoksu, vs...
En çarpıcı ve yalın olanı Eublides paradoksudur. "Bu önerme yanlıştır" önermesi karar verilemez bir önermedir. Önerme yanlış olduğu varsayılırsa doğru olduğunu ama doğru olduğu varsayılırsa yanlış olduğunu gösteriyor. Bu tür kendi hakkında konuşan önermelere "kendine-göndergeli önerme" terimi ilk Douglas R. Hofstadter 1989'da Türkiye'de Kabalcı yayınlarından çıkan "Gödel, Escher, Bach" kitabında kullanmıştır.
Pek açık olmayan bir örnek ise Paralellik Belitidir. Euclides (Öklit) M.Ö. 300'de yazmış olduğu ve hala geçerli olan geometri kitabı Elementler de tüm geometriyi sezgisel olarak 5 belite dayandırır. Bu 5 belitten sonuncusunun diğer dördünden farklı olduğu göze çarpmış ve matematikçiler bu beliti kanıtlamak için çok uğraşlar vermişlerdir ama kimse başaramamıştır. Daha sonra Lobachevsky, Bolyai ve gizlice Gauss birbirlerinden habersiz bu 5. belitin tersinin alınarak da başka bir geometriye ulaşılabileceğini gösterdirler. Belit Playfair'in versiyonuyla "Bir doğrunun dışındaki bir noktadan geçen ve o doğruya paralel olan sadece ve sadece bir doğru bulunur." önermesidir. Bu önermenin tersi olan "... en az iki doğru bulunur" önermesi Hiperbolik Geometri (ya da Lobachevsky-Bolyai-Gauss Geometrisi) diye yeni bir geometriye kapı açmıştır.
Bu örnekle Gödel'in bu teoreminin aslında matematikte dizgeleri (sistemleri) dallara ayırarak yeni kapılar araladığı görülebilir.
Gödel, bu teoremle Hilbert'in Programı 'nda sorduğu "Matematik tam mıdır?" sorusuna hayır yanıtını verir. Hilbert, Matematiğin her problemini bir bilgisayar programıyla elde edip çözüme ulaştırabilme inancını taşıyordu. Gödel bunu kendi teoremiyle çürütmüştür.
(http://tr.wikipedia.org adresinden alınmıştır)
Peter F. Drucker
Yönetim Bilimine Etkileri1940’larda, organizasyonların temel prensiplerinden olan, sorumluluğun dağıtılması fikrini ilk o tanıttı.1950’lerde işçilerin yok edilmesi gereken mükellefiyetler değil, değerler olduğunu ilk o dile getirdi. Şirketin sadece kar makinesi değil, çalışana güven ve saygı üzerine kurulu bir insan topluluğu olduğu görüşünü üretti İlk kez o, yeni pazarlama kafa yapısında basit bir kavram olan “müşterisiz iş yoktur”u açıklığa kavuşturdu.1960’larda, içeriğin önemine değindi.1970’lerde, bilginin Yeni Ekonominin asıl sermayesi olduğunu yazan yine Drucker oldu.1980’lerde kapitalizim ve iş dünyası hakkında ciddi şüpheler edinmeye başladı. İşletmelerin toplumların yaratılması için ideal yer olmaktan çıktığını, bireysel çıkarların eşitlikçi prensiplere karşısında her zaman galip geldiği bir yer olduğunu söylüyordu. Amerikan iş dünyasının en önemli eleştirmenlerinden biri oldu. Yöneticiler imparatorluk kurmakla uğraşırken fazla personel ve etkisiz bir sürü asistanların oluşuna karşı çıktı. Onu en çok kızdıran işletmelerin işten çıkarmalarda elde ettikleri büyük kazançlardı: “Bu ahlaki ve sosyal olarak affedilemez. Bunun için çok büyük bedel ödeyeceğiz.”
Drucker, 1980’lerde yoğun olarak yaşanan ve yasal dayanakları zayıf olduğu için eleştirilen satın almalar, birleşmeler ve benzeri operasyonlar kapitalizminin son hatası olarak görüyordu: “Serbest pazara inansam da, kapitalizm hakkında ciddi şüphelerim var.”
Herkesin hoşlanmadığı çıkışlar yapmaya bayılıyordu, örneğin; 1984’te bir tepe yöneticinin en düşük maaş alan işçinin 20 katından fazla maaş almasının doğru olmayacağını ilan etti. Drucker, kapitalizm aç gözlülüğü performans kadar hızlı ödüllendirdiğini savunurken, onun bu eleştirilerindinden hoşlanmayan ve giderek sayıları artan bir danışmanlar topluluğu oluştu. Drucker’ın zamanının da modasının da geçtiğini söylemeye başladılar. Birçoğu pazarlama fantastiği yeni nesil gurular türedi. Popüler kitaplar yayınladılar, konuşma turlarına çıkıp zengin oldular. Yeni nesil yönetim guruları Drucker’ı gölgede bırakır oldu. Drucker ilerleyen yıllarda dikkatini ve çalışmalarını kar amacı gütmeyen işletmelere yönlendirdi.
Bugün bildiğimiz yönetim uygulamalarının çoğunluğu Peter Drucker’ın düşüncelerinden türetildi. Kişileri ve kurumları yönetmenin karmaşıklıklarla dolu olduğunu söylüyordu. Yöneticilere iyi çalışanı tutmanın önemini, sorunlara değil imkânlara odaklanmak gerektiğini, müşterinizle masanın aynı tarafında oturmayı, rekabet avantajlarını anlama ihtiyacını ve bunları yenilemeye devam etmeyi öğretti.
Bazı Öğretileri Liderlik üzerine: Hiçbir zaman “ben” diye düşünme ve söyleme. “Biz” diye düşün ve konuş. Etkin liderler sadece organizasyonun güvenine sahip oldukları için otoriteye sahip olduklarını bilirler. Organizasyonun ihtiyaç ve imkânlarının kendi ihtiyaçlarından önce geldiğini anlarlar.Yetenek üzerine: Yönetimin iki ana görevi yeteneği çekmek ve tutmak haline geldi. Bilgi çalışanlarının birçok seçeneği var; gönüllüler olarak muamele görmeli ve yönetilmeliler. Kişisel başarı ve kişisel sorumlulukla ilgilenirler. Devamlı öğrenme ve eğitim beklerler. Saygı ve otorite isterler. Bunları onlara sağlayın.Çalışma üzerine: Sorunlara değil imkânlara odaklanın. Sorun çözümü zararı engeller, ama imkânları kullanmak sonuç üretir. Gerçek bir kriz olmadan sorunlar yönetim toplantılarında imkânlar incelenip ele alınmadıkça tartışılmamalıdır. Değişimi bir fırsat olarak kullanın ve bir tehdit olarak görmeyin.Karar verme üzerine: Her karar risklidir. Karar, kaynakları bilinmeyen ve belirsiz bir geleceği sunma taahhüdüdür. Eğer kararın gerekli olduğunu, sorunları açıkça ifade etmeyi ve doğrudan başa çıkmayı, sonunda uzlaşma yapmanız gerektiğini biliyorsanız, riskler en aza indirgenebilir.Organizasyon üzerine: Etkin organizasyonlar kendilerini tatmin etmek için değil, müşteri ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Liderler organizasyonu oluşturan çalışanların kendilerini sürekli yenileyebilecek şekilde dışarı odaklanmasını sağlamalıdır.
Gazeteci, profesör, tarihçi, ekonomist, yönetim bilimci olarak 95 üretken yıl... En önemli katkısı işletme alanındaydı. Keynes ekonomi için, Deming kalite için neyse, Drucker da yönetim için oydu. Bugün kullanılan neredeyse tüm modern yönetim kavramlarını önce o ifade etti ya da geliştirdi.
Hayat Hikayesi (19 Kasım, 190911 Kasım, 2005), Avusturyalı yönetim bilimci. Peter Drucker, 1909 yılında Avusturya’da eğitim seviyesi yüksek bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Evlerine dönemin entelektüel elitleri gelir gider, çeşitli konularda tartışmalar yapılırdı. Frankfurt Üniversitesi’nde okudu. Keynes ve Schumpeter’den ders aldı. 1929’da Frankfurt’un en büyük günlük gazatesinde finans yazarlığı yaptı. 1933’te tutucu bir Alman filozofu olan Stahl hakkında yayımlanan yazısında Nazileri o kadar rahatsız etti ki, yayın yasaklanmakla kalmadı yakıldı. Bir süre sonra, “Almanya’da Yahudi” sorunu başlıklı yazısı da aynı kaderi paylaştı.
Hitler başa geçtikten sonra Londra’ya göçtü. Bankacı oldu. Şöyle diyelim, Londra Bankası’nda ekonomist olarak işe başladı. 1937’de gazeteci olarak Amerika’ya gitti. Vermont’ta Bennington Koleji’nde siyaset ve felsefe profesörü olarak ders verdi. 1939’da ilk kitabı, “Ekonomik Adamın Sonu: Totaliterliğin Kökenleri”ni yazdı. 1945’te General Motors’u inceledi ve sonucunda 1950’de “İşletme Kavramı”başlıklı çığır açan kitabı basıldı. En önemli metni “Yönetim Uygulaması” 1954’te yayımlandı. Bu çalışmasında işletmeleri masaya yatırdı. Özetle yönetimin bir bilim ya da sanat değil, bir meslek olduğunu gösterdi. 21 yıl boyunca New York Üniversite’sinde hocalık yaptı. O kadar popülerdi ki, dersleri spor salonunun yanında yüzlerce sandalyenin sığabileceği bir mekanda yapılıyordu. 1975’ten itibaren 20 yıl Wall Street Journal’da aylık köşe yazarlığı yaptı.
Claremont Üniversitesinde Yüksek Lisans öğrencilerine “İşletmede Drucker” dersi veren Joseph A. Maciariello, Drucker için, “Daireler halinde düşünürdü” diyor. Dehasının bir kısmı bağlantısız görünen öğretiler arasında ortak kalıplar bulabilmesinden kaynaklanıyor. Drucker’in yazdığı kitaplar akademik kaynak olarak kullanılmadı. Oysa 37 dile çevrilen 38 kitap ve çok sayıda makale yazdı. Akademik çevrelerin üretitiği gerekçe lineer olmayan bir yaklaşımı olması ve çalışmalarının ölçümlere dayanan araştırmalar içermemesi diye özetlenebilir. Tipik yönetim danışmanı kalıbına hiçbir zaman uymadı. Ev-ofisinden çalışırdı ve asla bir sekreteri olmadı. Telefonlarını hep kendi açardı.
ABD Başkanı George W. Bush 2002 yılında Drucker’a Başkanlık Özgürlük Madalyası verdi.
Türkçe'ye çevrilmiş kitapları
Fırtınalı Dönemlerde Yönetim Geleceğin Toplumunda Yönetim Sonuç İçin Yönetim Kapitalist Ötesi Toplum 21. Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları Etkin Yöneticilik Yönetim Uygulaması Yeni Gerçekler Devlet ve Politika Alanında Ekonomi Bilimi ve İş Dünyasında Toplumda ve Dünya GörüşündeGelecek İçin Yönetim 1990'lar ve Sonrası
[Kaynak :http://tr.wikipedia.org/wiki/Peter_F._Drucker}
GİRİŞ
Felsefenin en temel ve önemli sorusu, düşünme ve var olma arasındaki ilişkiyi irdelemek üzerinedir. Bu, ruhun doğa ile olan ilişkisinin çözümünü de kapsar. Özellikle ortaçağlarda üzerinde çok durulmuş olan bu konu ile asıl ortaya çıkarılmak istenen, hangisinin daha önde geldiği idi; ruh mu yoksa doğa mı? İşin içine kilise de girdiğinde, soru şu şekli almıştır: Dünyayı tanrı mı yarattı yoksa dünya sonsuz bir varoluş içinde miydi?
Bu sorularla ilgilenen filozoflar temelde iki ayrı tarafta yer almışlardır. Ruhun doğadan önce olduğunu savunan bazı filozoflar (ör. Hegel), İdealizm tarafında yer alırken, diğer tarafta doğayı birincil olarak alan Materyalistler bulunmaktadır.
Gerçekten de, gerçekte görülebilen, dokunulabilen, ölçülebilen ve maddi denilen şeyler vardır. Öte yandan fikirler, duygular, istekler, anılar vb. ne görülebilen ne dokunulabilen ve ne de ölçülebilen, ama ötekilerden daha az var olmayan şeyler de vardır: bunların maddi olmadıklarını anlatmak için düşüncel (idéal) oldukları söylenir. Böylece var olan herşey iki alana paylaştırılabilir: maddi (materyal) ya da düşüncel (ideal). Bu iki kavram birleştirilecek olursa, maddi dünya, bu maddi dünyayı tasarımlayan düşüncel bir dünya ile ikilenmiştir.


2. MATERYALİZM NEDİR?
Materyalizm’in bir çok alanda kullanılan bir çok farklı anlamı vardır. Bu sözcüğün öz anlamı, bizim konumuzla ilgili anlamı, onun felsefi anlamıdır. Bu anlamda “materyalizm, bir dünya anlayışıdır, yani belli ilkelerden hareket ederek doğa görüngülerini ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal yaşamın görüngülerini anlama ve yorumlama tarzıdır.”
En çok bilinen tanımıyla materyalizm, tüm gerçekliğin sadece maddeden oluştuğu inancıdır. Maddenin zihinden önce geldiğini savunur. Ancak bununla beraber fikirlerin varlığı hiçbir zaman yadsınmaz.
Materyalizmde, özel görüşümüze göre yaratıcı neden, ister Tanrı ve ister madde olsun, tamamlanmış bir düzen söz konusudur ve şeylerin anlamını da kendisi belirler.

3. MATERYALİZM’İN TARİHİ
Materyalizm’in kaynağı M.Ö. 6. yy. Antik yunan felsefesine dayanmaktadır, ancak en iyi yorumları 5. yy.da Leucippus ve Democritus tarafından ortaya atılmıştır. Bu filozoflar, evrenin madde ve boşluktan oluştuğunu ileri sürmüşlerdir. Tüm maddeler sayısız atom parçalarından oluşmuştur. Çeşitli objelerin görünüşlerindeki farklılıklar ise, atomların değişik sayı ve boyutta ve değişik kombinasyonlarla birleşmesi olarak açıklanmıştır.
Leucippus ve Democritus’un Atom Teorisi, büyük yunan filozofları Socrates, Plato ve Aristotle tarafından tamamen reddedilmiştir. Daha sonra bu teori, Romalı filozof Lucretius (M.Ö. 1yy.) tarafından bir süreliğine yeniden canlandırıldı. Lucretius, “On the Nature of Things” adlı kitabında dünyanın atomik yapısını açıklamıştır.
Hıristiyanlığın Avrupa’nın baskın dini olarak güçlenmesi, materyalizmi bu yüzyıllar boyunca geri planda bıraktı. Materyalizmin temel savı olan ruhun inkarının gerçeklik olarak kabulü, kilise tarafından kınandı. Fakat 17. yy.da bilim adamı Pierre Gassendi ve politika filozofu Thomas Hobbes tarafından tekrar canlandırıldı. Hobbes’a göre uzay, görünemeyen ve dokunulamayan bir madde olan Eter’den oluşmuştu.
18. yy. Boyunca materyalistler insan doğası üzerine odaklanmıştı. Buna göre, akıl ve ruh, fonksiyonlarını yerine getirebilmek için maddenin fiziksel özelliklerine bağımlydılar. Bu dönemin en önemli materyalist yazarı olan Paul H.D. d’Holbach, “System of Nature” adlı kitabında (1770) tüm gerçekliğin maddenin hareketi ve dağılımına bağlı olduğunu iddia etmiştir.
18. yy.ın sonlarından 20. yy.ın başlarına kadar olan zamanda materyalizm, kimya, fizik ve mekanik dallarından destek görmüştür. Moleküllerin keşfi Atom Teorisi’ni canlandırmış, Charles Darwin’in evrim çalışmaları, canlıların yaratılmama veya doğaüstü bir takım amaçlara ihtiyaç duyulmadan maddesel bir temelde açıklanabilme olasılığını ileri sürmüştür.
20. yy.ın ortalarından sonra icat edilen bilgisayar, materyalistlerin aklın kendisinin beyin dokusu içinde elektrik bağlantıları yoluyla ve maddenin terimleri ile açıklanabileceği düşüncesini desteklemiştir.
İki asır önce yaşayan Auguste Comte’un iddiasına göre bilim, “ilkel” ve “metafizik teşebbüsler” diye nitelendirilen dinin yerini alacak “pozitif’ bilgiyi temin edecekti. Comte’un pozitif dîye vasıflandırdığı bilgi deney ve gözlemlere dayanan sistematik bilgi idi. Burada gözleme dayanmayan, maddi deneylerle ispat edilemeyen spekülasyonlara yer yoktu. Pozitivistler daha da ileri giderek felsefelerini bir din olarak takdim ettiler, hatta Avrupa’da insanlık dini (Religion of Humanity) kilisesi bile kurulmuştu. Gerçi bu felsefenin yanlışları daha 20. asrın başlarında bilimdeki devrim sayılabilecek nitelikteki ilerlemelerin de yardımıyla gösterilmişti, ancak zamanın hâkim ideolojisi olan materyalizm bütün tenkitlere gözünü kapatıp, bu asrın ikinci yarısına kadar bilim dünyasında olmasa bile (aksi halde izafiyet ve quantum mekaniği teorilerine hayat hakkı tanınmazdı) toplum hayatının hemen hemen her alanında hâkimiyetini sürdürebilmişti.

4. MATERYALİZM’İN GELİŞİMİ
Felsefi materyalizme göre madde, insanın bilincinden, zihninden bağımsız, nesnel bir geçeklliktir; bilincin kendisiyse maddi dünyanın insan beynindeki yansımasından başka bir şey değildir. Burda madde ile zihini karşılaştıran bir anlayışla karşılaşılıyor. ‘Tinselcilik’in (taneısal ruhun insandaki yansıması olarak tasarlanan zihin) ya da ‘İdealizm’in (yalnızca insana özgü bir şey olarak tasarlanan zihin) de karşılaştırılması bu anlayışa dayanır.
İlk başlarda (Antikçağda) doğanın var olduğunu savunan Heraklitos’a ve hatta ondan da çok Demokritos ve Epikuros’a göre tanrı korkusundan kurtulmak gerekiyordu. Ancak bu sağlanabilirse bilimin özerkliğinden bahsedilebilecekti.
Materyalizm kavramının felsefe literatürüne girmesi daha geç dönemlerde grçekleşebilmiştir. Bu kavramı idealizme karşıt bir felsefe anlamında –ve tanrı ile bağlantılı olarak- ilk kez Leibniz kullanmıştır: “ Ereksel nedenleri ve bilgece davranan bir varlığı gözden uzak tutmak şöyle dursun, fizikte de herşeyi burdan çıkarsamamız gerekiyor.”(Lettre a Bayle).
Antikçağdaki ikiciliği savunan materyalizme karşı, 18. yy. Materyalizmi tekçiliği savunur, yani, gerçekte tek bir eylem ilkesinin, maddenin var olduğuna inanır. Tekçiliğin benimsenmesi, metafizik ya da tanrıbilimden gelen tüm etkilerle savaşımı amaçlar. Dolayısıyla bu materyalizm, özellikle dine karşı bir savaşım felsefesi olmuştur. İlk olarak Fransız filozofu Paul Henri baron d'Holbach yapıtında bunu belirtir (The System of Nature). “Evren, var olan herşeyi bir arada tutan bu geniş çerçeve, gözlerimizin önüne yalnızca madde ve hareketi seriyor; evrenin tümü, uçsuz bucaksız ve kesintisiz bir neden ve etki zincirinden başka şey göstermiyor bize.”
Modern materyalizmin kurucuları da yine tanrı inancına ve dine karşı savaşımı amaçlayan bir yol benimsediler; ancak bu arada Hegelci sistem de onlara 18. yy materyalistlerinin mekanikçi bakış açısının aşma olanağı sağladı.
Marx ve Engels materyalist felsefeyi savundularsa da, onun nesnelci ve statik yanlarını yadsıyarak pratik ve eleştirel bir materyalist düşünceye yöneldiler. Marx şöyle der: “ Bugüne kadarki tüm materyalist felsefelerin başlıca eksikliği, dış nesneyi, gerçekliği, duyulur olanı, duyusal insan etkinliği olarak, pratik olarak öznel olarak değil de, yalnızca nesne ya da sezgi olarak ele almalarıdır. Bu yüzden materyalizme karşıt olarak etkin yan, gerçek etkinliği, duyulur etkinliği olduğu gibi ele almayan idealizm tarafından soyut bir biçimde işlendi. Feuerbach, düşünce nesnelerinden gerçekten farklu olan somut nesnelere gerek duyuyordu, ama insan etkinliğinin kendisini nesnel etkinlik olarak kavrayamıyordu. Bu yüzden ‘Das Wesen des Christentums (Hıristiyanlığın Özü)’ adlı kitabında, yalnızca kuramsal tutumun insana gerçekten özgü bir tutum olduğunu savundu.’
Marx ve Engels bu konuda töyle yazarlar : ” Aslında pratik materyalist, yani komünist için mevcut dünyayı değiştirmek, kurulu düzene saldırmak ve onu dönüştürmek söz konusudur.”

4.1. DİYALEKTİK MATERYALİZM
Diyalektik Materyalizm deyimini proletaryanın yeni felsefesi olarak tanımlayıp ilk kez kullanan Alman işçi J. Dietzgen’dir. Marx ve Engels bu formülü yalnız onaylamakla kalmayıp, onu kendi en iyi çalışma araçlarının en doğru ifadesi olarak kabul ettiler. Tarihsel materyalizm marxçılığın olumlu yönünü meydana getirirken, diyalektik materyalizm de eleştirel, düşünsel yönünü oluşturur. Engels şöyle der: “Diyalektiğin tutarlı yanını, idealist alman felsefesinden kurtarıp materyalist bir doğa ve tarih anlayışıyla bütünleştirmeyi, Marx ile benden başka düşünen hemen hemen yoktu.”
Engels daha sonra şunları ekler: “Modern materyalizm, tarihi, insanlığın evrim süreci olarak görür ve ona düşen de tarihin itici güçlerini ortaya çıkarmaktır. 18. yy Fransız filozofları için olduğu gibi Hegel için de geçerli olan ve doğayı Newton’ın öne sürdüğü gibi öncesiz ve sonrasız gök cisimleriyle ve Linné’nin öne sürdüğü gibi değişmeyen organik türlerle dar çevrimler içinde hareket eden ve kendine hep özdeş kalan bir bütün olarak yaygın anlayışın tersine, modern materyalizm, doğa bilimlerindeki en son gelişmenin bir bileşimini yapar; buna göre, doğanın da zamana bağlı bir tarihi vardır; gökcisimleri de elverişli koşullarda oralarda yaşayabilen canlı türler gibi doğarlar ve yok olurlar. Modern materyalizm bu durumda da özü bakımından diyalektiktir ve bilimlerin üstünde bir felsefeye ihtiyacı yoktur.”
Mao Zıdong ise bu konuda şunları söyler: “Marxçı felsefenin - diyalektik materyalizm- çok belirgin özelliği vardır. Birincisi sınıfsal özelliğidir: diyalektik materyalizm prolateryaya hizmet ettiğini açıkça kabul eder. İkincisi, pratik özelliğidir: kuramın pratiğe bağımlı olduğunu, kuramın pratiğe dayandığını, ama sırası gelince pratiğe hizmet ettiğini vurgular.”

4.2. TARİHSEL MATERYALİZM
Tarihsel materyalizm, marxçılar tarafından tarih bilimi ya da toplumsal oluşumların bilimi olarak da görülür. “Maddi yaşamın üretilme tarzı, toplumsal, siyasal ve düşünsel yaşam sürecini genel olarak belirler.”
Engels bu konuda şöyle der: “Materyalist tarih anlayışı, şu savdan hareket eder: üretim ve üretimden sonra ürünlerin mübadelesi, her türlü toplumsal düzenin temelini oluşturur; yarih boyunca her toplumda, ürünlerin bölüşümü ve onunla birlikte sınıf ya da zümreler halinde toplumsal sıralanma, üretilmiş olana, bunun üretilme biçimine ve üretilmiş şeylerin bölüşüm biçimine göre düzenlenir. Bundan ötürü bütün toplumsal değişimlerin ve bütün siyasal altüst oluşların son nedenlerini, insanların hafızasında, öncesizsonrasız gerçek ve öncesizsonrasız adaleti daha iyi anlamaları değil, üretim ve mübadele biçimlerinin değişmesinde aramak gerekir; bu nedenleri felsefede değil, sözkonusu dönemin iktisadi yaşamında aramak gerekir.”

5. MATERYALİSTLER
a) Heraclitus (M.Ö. 6.yy): Materyalizm ile ilgili ilk fikirler Heraclitus’un Logos kuramına dayanmaktadır. Heraclitus, doğal durumların yalnızca bir maddi kaynağı olduğunu, bunun da Ateş (Pyr) olduğunu ileri sürdü. Bu Ateş, sonsuz, bozulmamış ve başlangıcı olmayan bir bir dünyayı yaratan Logos’un özüdür.Heraclitus’a göre bu dünya karşıtlıkların harmonisi gibi çeşitli şekillere dönüttürülür. Bu karşıtlıkların bileşimi ise doğadaki herşeyin oluşumuna destek verir.

b) Leucippus (M.Ö. 5. yy): Atomizm’in kurucusudur. Leucippus’a göre, “ Eğer boşluk olmasaydı, devinim (hareket) de olmazdı; ancak boşluğu yokluk olarak tanımlamak da doğru değildir.”
Leucippus, tam bir bilinçlilikle uzay boşluğunun varlığını iddia eden ilk filozoftur. Uzay boşluğu kavramının ortaya atılmasıyla, küçüklükleri yüzünden görünemeyen sonsuz sayıda gerçekler olduğu söylenebilmiştir. Tüm bu küçük birimler, esas sistemin bütün özelliklerini taşımaktadırlar. Bunlar uzayda hareket ederler; bunların kombinasyonları bizim duyu olarak algıladıklarımızın oluşumunu mümkün kılar.
Leucippus’un ayrıca Pisagorizm ile ilgili de çalışmaları vardır.

c) Democritus (M.Ö. 460-370): Leucippus’un Atom Teorisi’ni genişletti. Parçaların bölünememe (ad infinitum) üzerinde durdu. Varolan doğanın sonsuzluğu, uzay boşluğu ve devinim üzerinde tartışmalar yürüttü. Democritus’a göre tüm devinimler aktif ve pasif etkilerin sonucu olarak oluşur. Birincil devinim ve onun ikincil etkisi arasındaki ayrımı belirlemiştir (Impulse-Reaction/ Etki-Tepki). Bu Gereklilik kuralının temelidir, ve doğadaki her şey bu kurala bağlıdır.
Democritus’a göre bu gördüğümüz dünya, sonsuz sayıda düşen atomların sonucu oluşmuştur. İnsan ruhu, vücudun hareketini de sağlayan, ateşin küresel atomlarından oluşur.
Democritus, imajlar veya idoller hipotezini de ortaya atmıştır.

d) Epicurus (M.Ö. 3.yy): Epicurus’a göre evren iki parçadan olutmuttur; madde ve maddenin içinde hareket ettiği uzay veya boşluk. Her çeşit formdaki tüm maddeler, ölümsüz olan ve bölünemeyecek atomlara kadar indirgenebilir. Democritus’un izinden giderek bir yaratıcının varlığını inkar etmiştir. Onalara göre bu atomlar hep vardır ve sonsuza kadar var olacaklardır. Tüm fiziksel fenomenler de bu atomların çeşitli hareketleri ile oluşur. Ruh da, atomun çok ince ve hafif çeşitlerinden oluşmuştur; beden ölüp çürüyünce bu atomlar ayrılır ve dağılırlar. Dolayısıyla öteki dünyanın varlığını da reddetmiştir.
e) Titus Lucretius Carus (M.Ö. 98-55): Romalı şair ve filozof. 6 kitaptan oluşan didaktik şiir kitabı De Rerum Natura’da atomlar, akıl ve ruhun oluşumu, doğa ve doğada olanları açıklamak hakkında yazmıştır. Epicurus’un izinden gitmiştir.
f) Pierre Gassendi (16. yy): Felsefe öğretmenliği yapmıştır. Descartes’in tümevarım metodunu baz alan felsefesini reddederek Atomizm ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Atomizmi saygın bir hale getirmek için Atomların tanrı tarafından yaratıldığını ileri sürmüştür. Doğanın mekanistik açıklamasını savunmuştur. Atomizim reddeden Aristoteles’e de karşı çıkmıştır.
g) Gottfried Leibniz (17. yy): Alman filozofudur. Aslında diplomat ve hukukçu olmasına rağmen aynı zamanda matematikçi, tarihçi ve filozoftur. Hesap makinesini tasarlamıştır, formal mantığı geliştirmiş, bilimsel akademileri bulmuştur. Ağırlıklı olarak üzerinde çalıştığı felsefeleri, gerçek, gereklilik ve ihtimal gerçeklikler, elverişli neden prensibi, önceden kurulmuş armoni, çelişkisizlik prensibi, vb.
Leibniz’in materyalizmine göre varolan herşey maddesel ya da fizikseldir; mental olaylar ise fiziksel durum ya da olaylar ile açıklanabilir.

h) Thomas Hobbes (17. yy): Karteziyan dualizmi ve Aristiotles felsefesiyle skolastik felsefeyi de reddetmit, yerine Galileo ve Gassendi’nin dünyayı hareket halindeki madde olarak tanımlayan yeni felsefesini benimsemiştir. Leviathan adlı eserinde: ”Evren tamamen gerçektir; gerçek olan herşey maddedir, madde olmayan gerçek de değildir.“ demittir.
i) Paul Henri baron d'Holbach (18. yy): Fransız filozofu. Ateizm ve materyalizm ile ilgili çalışmalar yapmıştır. “The System of Nature” adlı kitabında dinle alay etmiş ve insanların özgür iradelerinin olmadığını, birer makine olduklarını ileri sürmüştür. Yine de doğaya dini bir hürmet de duymuttur.
Ludwig Feuerbach (19. Yy): Alman filozofu. Önceleri idealist Hegel’in etkisinde kalan Feuerbach, kısa bir süre sonra şu noktalarda ona karşı çıktı: bütün dinlerin antropolojiye indirgenmesi ve her spekülatif düşüncenin maddeci açıdan eleştirilmesi. Tanrının özündeki gizin gerçekte insanın özü olduğunu, dinin gerçekte insanın kendi üzerine düşünmesinin en yüksek noktasını oluşturduğunu, kurgusal düşünceyi insanın gereksinmelerini temel alan bir ahlak anlayışı açısından eleştirmek gerektiğini savuna Feuerbach, bu görütleriyle genç hegelcilerin, özellikle Marx ve Engels’in en çok önem verdikleri dütünür haline geldi.
Feuerbach’a göre madde, aklın bir ürünü değildir, ama akıl maddenin en yüksek ürünüdür. Bu tabii ki saf materyalizm tanımıdır. Feuebach töyle der: “Bana göre materyalizm, insan özünün ve bilginin temelidir.”

k) Karl Marx (19. yy): ‘Die Deutsche Ideologie’ (Alman İdeolojisi) adlı eseriyle materyalizm ile ilgili çalışmalarına başlamıştır. (Engels ile birlikte) Bu eser, kişilerin doğasının üretimlerini belirleyen maddi şartlara dayandığı tezine dayanmaktadır.
Dünyayı, ‘mutlak fikir’in ‘evrensel tin’in, ‘bilinç’in cisimleşmesi olarak düşünen idealizme karşılık, Marx’ın felsefi materyalizmi, dünyanın, doğası gereği maddi olduğu; evrenin sayısız olaylarının hareket halindeki maddenin başka başka görünümleri oldukları; diyalektik yöntemin ortaya koyduğu gibi, olayların bağıntılarının ve birbirlerini karşılıklı koşullandırmalarının, hareket halindeki maddenin gelişmesinin zorunlu yasaları oldukları; dünyanın, hareket halindeki maddenin yasalarına göre geliştiği ve hiçbir ‘evrensel tin’I gereksinmediği ilkesinden hareket eder.

l) Friedrich Engels (19. yy): Marx ile birlikte çalışmalar yapmış, tarihsel ve diyalektik materyalizmi, bilimsel sosyalizmi savunmuştur (Anti-Dühring). Engels’e göre: “Materyalist doğa anlayışının, doğanın, kendisini bize sunduğu gibi yabancı bir katma olmadan, basitçe kavranılmasından başka bir anlama gelmediği doğrudur.”
m) Charles Darwin (19. yy): Evrim Teorisi ile bilinmektedir. Darwinizm, canlıların nasıl oluştuğu sorusunun, sadece maddesel faktörlerle, maddenin kendi içindeki rastlantısal etkileşimlerle açıklanabileceğini iddia ediyordu.

6. MATERYALİZM – İDEALİZM
Daha önce de belirtildiği gibi gerçekte görülebilen, dokunulabilen, ölçülebilen ve maddi denilen şeyler vardır. Öte yandan fikirler, duygular, istekler, anılar vb. ne görülebilen ne dokunulabilen ve ne de ölçülebilen, ama ötekilerden daha az var olmayan şeyler de vardır. Ve ruhun doğadan önce olduğunu savunan bazı filozoflar İdealizm tarafında yer alırken, diğer tarafta doğayı birincil olarak alan Materyalistlerin bulunduğunu söylemiştik.
Şüphesiz bu iki anlayış, birbirleriyle bağdaşmayan fikilerdir, ancak bir birlik oluştururlar ve ve iki karşıt gibi ayrılmaz bir şekilde birbirlerine bağlıdırlar. Materyalizmin her ilerlemesi idealizme indirilmiş bir darbe, materyalizmden her uzaklaşma idealizmin bir ilerlemesi olmuştur. Bu karşıtların birliği, aralarındaki savaşımın kaçınılmaz olduğu ve bu ikisi arasında hiçbir sentez, hiçbir uzlaşma olamayacağı anlamına gelmektedir.
Madde ile hareket arasındaki ilişkiler sorunu, idealizm ile materyalizmin sınırlarını kesin olarak saptamak sorunudur. İdealizme göre hareket, dinamizm, etkinlik, yaratıcı güç yalnızca ruha aittir. Materyalizme göre ise hareket, maddenin temel özelliğidir, madde harekettir.

7. ELEŞTİRİLER
Tarihin en eski zamanlarından bu yana çeşitli düşünürler tarafından ortaya atılan evrim fikri, 19. yüzyılda yeni bir evreye girerek “bilimsel” bir görünüme büründü. Bu yüzyılın özelliği, yine eski bir düşünce olan materyalizmin çok sayıda taraftar toplamasıydı. Dahası materyalistler inandıkları felsefenin bilimsel bulgular tarafından doğrulandığı iddiasındaydılar. O dönemde yaygın kabul gören durağan evren modeline ve Freud’un geliştirdiği psikoloji modeline dayanarak, “bilim materyalizmi ispatlıyor” iddiasını ortaya atmışlardı. Darwin’in evrim teorisi ise, materyalizme en büyük katkıyı yaptı. Çünkü Darwinizm, canlıların nasıl oluştuğu sorusunun, sadece maddesel faktörlerle, maddenin kendi içindeki rastlantısal etkileşimlerle açıklanabileceğini iddia ediyordu.
19. yüzyılda gelişen bu sözde bilimsel materyalizmin temel bazı iddiaları vardı:
Evrenin hacim olarak “sonsuz” olduğu ve sonsuzdan beri var olduğu, dolayısıyla maddenin yaratılmadığı ispatlanmış bir gerçek gibi sunuluyordu.
Maddenin ve zamanın birer “mutlak” kavram oldukları, yani hep varolan, değişmeyen, sabit kalan esaslar oldukları savunuluyordu.
İnsan zihninin yine sadece maddesel faktörlerle açıklanabileceği, insanın madde-ötesi bir ruha sahip olmadığı öne sürülüyor, bütün zihinsel fonksiyonların maddeye indirgenebileceği iddia ediliyordu.
Materyalizm de diğer felsefler gibi, kendi dışında kalan tüm iddiaları reddetmiş, yalnızca madde ve maddenin hareketi ile oluşan bir dünyanın varlığı üzerinde şiddetle durmuştur.


8. BİLİME ULAŞMADA MATERYALİZM
Bilimsel faaliyet, somut olgu ve olayların, somut tahlilinden hareket ederek ve somutun iyi algılanabilmesi için kavramlaştırmalar yoluyla soyutlamalara da başvurarak, varsayım veya teoriler aracılığıyla işlenmiş olguları yine olgulara dönerek temellendimektir. Var olan durumun da neden ve sonuçları üzerinde çözümleme yapmak ve ileriye yönelik bilimsel öngörülerde bulunmak bilimsel faaliyetin görevlerindendir.
Materyalizm, bilimsel düşüncenin, nesnel gerçeğin veya maddi somutun bilincimizde yansıyıp anlam bulması açısından bilgiye ulaşmasında bu yönlü bir misyona sahiptir.

KAYNAKÇA
AYHAN Medeni, Bilim Tarih ve Metodoloji, 1. Baskı, Sis Yayıncılık, Ankara, 1998
Büyük Larousse, Milliyet Yayınları
CHALMERS Alan, çev: ARSLAN Hüseyin, Bilim Dedikleri, 2. Baskı, Vadi Yayınları, Ankara, 1994
POLİTZER Georges, çev: ERDOST Muzaffer, Felsefenin Temel İlkeleri, 13. Baskı, Sol Yayınları, Ankara, 1998
SUNAR İlkay, Düşün ve Toplum, 1. Baskı, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1986
INTERNET
Ahmed Yiğit, Bilim Üzerine Bir Deneme, http://www.nur.org/risale/makaleler/yigit01.htm
Ayten FURTUN , Pagmatizmin Süreklilik Tezi Üzerine Bir Not, http://www.ankara.edu.tr/law/fdergisi/113Aysen.htm
Darwinizm’in ve Materyalizmin İddiaları, http://www.bilimarastirmavakfi.org/dergi/sayi3.html
Epicurus, The Internet Encyclopedia of Philosophy, http://www.utm.edu/research/iep/e/epicur.htm
Frederick Engels, L. Feuerbach and the end of classical German Philosophy, http://www.ex.ac.uk/Projects/meia/Archive/1886-ECGP/lf2.html
Friedrich Engels, Anti-Dühring Önsöz, http://www.kurtuluscephesi.com/marks/antiduhring.html
Heraclitus, http://www.forthnet.gr/presocratics/heracln.htm
http://members.aol.com/pantheism0/atheists.htm
http://members.aol.com/pantheism0/atheists.htm
http://www.appstate.edu/~stanovskydj/marxfiles.html
Karl Marx, http://www.pagesz.net/~stevek/intellect/marx.html
Leibniz, Leibniz's Contributions To Philosophy, http://mally.stanford.edu/leibniz.html
Leibniz, Matter and Thought, http://plato.stanford.edu/entries/leibniz-mind/
Lucretius, The Internet Encyclopedia of Philosophy, http://www.utm.edu/research/iep/l/lucretiu.htm
Mao Zıdong, Pratik Üzerine, http://www.marx2mao.org/Mao/Index.html
Marx und Engels, Die Deutsche Ideologie, www.gutenberg.aol.de/marx/ideologi/me03_078.htm
Marx, Zur Kritik der Politschen Ökonomie, http://members.aol.com/Klassiker2/me13_007.htm
Materialism, http://www.optonline.com/comptons/ceo/03054_A.html
Thomas Hobbes, The Leviathan, http://www.orst.edu/instruct/phl302/texts/hobbes/leviathan-contents.html
Isaac Newton, Galilei’nin öldüğü yıl ve Descartes’ın Felsefenin İlkeleri (Principia philosophiae) adlı eseri yayımlanmadan iki yıl önce, 1642 yılında, İngiltere’de Lincolnshire ilini Woolsthorpe beldesinde dünyaya geldi. XVII. yüzyıldaki ilk büyük bilginler kuşağının yarattığı bilgiler yerini bulmuştur. Nitekim, Newton’ın kendisi, 5 şubat 1676’da, Robert Hooke’a gönderdiği bir mektupta, Bernard de Chartres’ın ünlü ifadesini kullanarak, «devlerin omuzlarına tutunduğu için daha uzağı görmekte olduğunu» söylemiştir. Kavramlarda yenilik, sentez, tümdengelim yönteminin gerekliliği bu üç özellik, Newton’ın yaratıcı çalışmasının anlamını özetler. Kavramlarda yenilikler, renk olayını matematikselleştirdiğinde veya evrensel çekimi ortaya koyduğunda; sentez, hareket bilimini geliştirirken, Galilei’nin, Descartes’ın ve Huygens’in çalışmalarını birleştirmesinde; tümdengelim yönteminin gerekliliği, ilk gerçek akılcı mekanik kitabı olan Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri’nde (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) doğaya egemen olan ilkeleri ortaya koyduğunda kendini göstermiştir.



Babasının erken ölümü yüzünden, çocukluğunu annenin egemen olduğu bir ev ortamında geçirdikten sonra, Newton (annesinin yeniden evlenmesi onun çok zor katlandığı bir şey olmuştur), 5 haziran 1661’de, Cambridge’te Trinity College’a girdi ve 1665’te bachelor of arts, derecesi aldı.



Bu yetişme çağının ilk karne döneminde, orada aldığı derslerin bazılarının adları elimizde bulunmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemde, Eukleides üzerinde Kepler’in çalışmaları, özellikle, optik üzerinde, Galilei’nin diyalogları üzerinde, Descartes’ın “Geometri” kitabı ve John Wallis’in “Sonsuzküçükler Hesabı” (Arithmetica Infinitorum) kitabı üzerinde durmuş ve düşünmüştür. Walter Chaderon’ın Epikuros ve Gassendi hakkında ve atomculuğun yeniden ortaya çıkışıyla ilgili yazılarını okumuştur. Ayrıca, Aristoteles’i de incelemişti (özellikle, Organon ve Nikomalsos’a Etik kiraplarını). Büyük İngiliz bilimadamları Robert Boyle ve Robert Hooke’un son çıkan yayınlarının sayfalarına notlar düşmüştür.



Newton, 1665 haziranında, Cambridge’ten ayrılır ve doğduğu yer olan Lincolnshire’a döner. Bir veba salgını İngiltere’yi kasıp kavurmaktadır, bu yüzden, üniversite 1666’ya kadar kapalı kalacaktır. İşte, akademik zorunluluklardan ayrı kaldığı bu aylar süresince Newton, matematikteki, optikteki ve gök mekaniğindeki en büyük keşiflerinin temellerini bu sırada atmıştır. Gerçi bu çalışmalarla henüz daha işin başındadır ve onların nihai biçimlerini almaları daha zaman alacaktır. Bununla birlikte, bu birkaç ay, Newton’ın yaşamının en verimli evresi sayılabilir. Nitekim, dörtnala geçen 1665-1666 yıllarına ait bu dönem, Annus Mirabilis, “Muhteşem Yıl” diye anılır.



Newton, 1669’da, Trinity College’da 1664 yılında kurulan matematik kürsüsünün başına geçer; bu görevde 1695’e kadar kalacaktır. İlk yıllarda derslerini optiğe (1670-1672), aritmetik ve cebire (1673-1683) ve mekaniğe (1684-1685) ayırır; “Doğa Felsefesinin Matematik İlkelerini”, Edmond Halley’in etkisiyle ancak 1687’de yayımlayacaktır (bu kitabın iki yeni baskısı 1713 ve 1726’da yapılacaktır). Bu arada, 1672’de, özellikle, kendi yansımalı teleskobunu takdim etmesi dolayısıyla, Royal Society’ye (Londra Kraliyet Demeği) üye kabul edilir.



Matematik İlkeler? nin yayımlanmasından sonra mekanik ve optikteki çalışmalarını sürdürür; bununla birlikte, büyük yaratı dönemi artık tamamlanmıştır. Artık, temel savların daha da geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi söz konusudur. Nitekim, kendisine karşı çıkan başlıca hasmı Robert Hooke’un ölümünden sonra, büyük eseri «Optik»i (Opticks) 1704’te yayımlatır.



Bu dönemde, zamanının büyük bir bölümü resmi görevlerde geçer 1696’da, Darphane’ye girer ve 1700’de buranın müdürü olur; bu görev, ona İngiltere’de basılan madeni paraların sorumluluğunu yüklemiştir (madeni para basımını daha da iyileştirmeye çalışacak ve sahte paraları ayırt edecektir). 1703’te, Royal Society’nin başkanlığına seçilir; burada, kılcallık olayı ve elektrik üzerine yapılan çalışmaları yönetecektir Bu iki görevi de ölümüne kadar (1727) sürdürecektir.



Dünya Sisteminin Matematikselleştirilmesi.



Newton, 1687’de kırk beş yaşındadır ve “Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri” Londra’da yayımlatır. «Matematik İlkeleri» üç bölüm veya üç kitap olarak sunulmuştur. Birinci kitap, tümüyle matematiksel bir bakış açısından, ortamların dirençlerin den bağımsız olarak hareket bilimine bağlı sorunları ele alır. İkinci kitap, esas olarak cisimlerin, direnç gösteren ortamlardaki hareketlerine, özellikle, eğik atışlarda karşı koyuşun hız gibi, hızın karesi veya her ikisinin de bir araya gelişi gibi değiştiği hareketlere ayrılmıştır. Newton, aynı zamanda, en az dirence sahip olacak katı cismin biçimi hakkındaki sorunları da ortaya koymuş ve Torricelli’nin akış yasasının kuramsal doğrulanmasını ele almıştır. Bu ikinci kitap, Descartesçı burgaç varsayımının keskin bir eleştirisini içermektedir. Bu eleştirinin biçemi, Descartesçı geometrik kozmolojiyle, Newton’ın fiziko-matematiksel tümdengelimli yapısı arasındaki karşıtlığı mükemmel bir şekilde gözler önüne sermektedir. Üçüncü kitap, ilk iki kitabın ulaştığı sonuçları yeniden ele almakta ve onları fiziksel problemlere uygulamaktadır (gezegenlerin ve Ay’ın hareketleri, Dünya’nın biçimi, gelgit kuramı..)



«Matematik İlkeleri» iki başlangıç bölümüyle açılır: «Tanımlar ve «Aksiyomlar veya Hareket Yasaları». «Tanımlar» bölümü, özellikle, şu kavramları tanımlar: madde niceleği («madde niceliği, cismin hem yoğunluğundan, hem hacminden elde edilen ölçüdür»), hareket niceliği (hareket niceliği, cismin hem hızından, hem madde niceliğinden elde edilen değerdir.), erkiyen kuvvet (via impressa) bu kuvvet, durgun haldeki veya düzgün doğrusal hareket halindeki bir cismin durumunu değişterecek etkidir.



Bu tanımlar kümesi, mutlak mekan ve mutlak zamanın çok ünlü tanımlarını veren bir açıklamayla son bulur:



1) Mutlak, gerçek ve matematiksel zaman, kendinden ve kendi doğasından başka hiçbir dış etkene bağlı olmadan, hiç değişmeden akar; ona, süre de denebilir. Göreli, görünüşte ve gündelik zaman, hareket sayesinde sürenin dışsal ve duyulur ölçüsünü verir ve yaygın olarak gerçek zamanın yerine kullanılır; saat, gün, ay ve yıl gibi.



2) Mutlak mekân, hiçbir dışsal şeye bağlı olmadan, kendiliğinden her zaman vardır ve hareketsizdir. Göreli mekân, mutlak mekânın hareketli boyutu ya da ölçüsüdür; cisimler karşısındaki konumu itibariyle duyularımız tarafından belirlenmiştir ve yaygın biçimde hareketsiz mekân olarak algılanır.»



«Aksiyomlar veya Hareket Yasaları» bölümü, mekaniğin üç büyük yasasını, ilk kez bugün onları bildiğimize çok yakın bir biçimde bir araya getirir. İlk yasa, eylemsizlik ilkesini, yani, düzgün doğrusal hareketin korunumunu ifade eder: «Her cisim, dışardan bir kuvvet etkimediği sürece ya durgun halde kalır ya da düzgün doğrusal hareketini sürdürür.»



İkinci yasa şöyle ifade edilmiştir: «Hareketin değişmesi, etkiyen kuvvetle orantılıdır; ve hareketin etkidiği yönde bir doğru boyunca sürer.» Bu yasanın, bugün «Newton yasası» adı altında bildiğimiz diferansiyel terimlerle ifade edilmiş yasayla karıştırılmaması gerekir. Newton burada «hareket değişiminden», bu değişimin meydana geldiği zamanla ilgili hiç bir belirleme yapmadan söz etmektedir. Eğer bu yasanın modern terimlerle yazılması istenirse, en yakın ifade şöyle olacaktır: F = D (m v); burada F etkiyen kuvvet, m kütle ve v’ hızdır; D (m v) ise «hareketin değişimi»ni temsil etmektedir. Bu açıdan bakılırsa, etkiyen kuvvetin, terimin modern anlamında bir kuvvet değil, ama bir itme olduğu söylenebilir.



Üçüncü yasa, etki ve tepkinin eşitliği hakkındadır; «Her etkiye karşı her zaman ona eşit bir tepki vardır; yani, iki cismin bir birbirleri üzerine uyguladıkları karşılıklı etkiler her zaman eşit ve karşıt yöndedir.» Matematik İlkelerinin 1685’teki yazımı sırasında, ilk taslaklarda yer almayan bu üçüncü yasa, Newton’a, 111. Kitap’ta evrensel çekim yasasını tüm kapsamıyla formüle etme olanağı vermiştir.



İşte, bu «Tanımlar» ve bu «Aksiyomlar veya Hareket Yasaları» temelinde, merkezcil kuvvetlerin etkisi altındaki cisimlerin hareketleri matematiksel bir varoluşa kavuşmuş oldu. Newton, bu amaca ulaşırken, klasik geometrinin Eukleides’ten kaynaklanan matematiksel yöntemlerini, çalışmalarına dahil etti; ama bu yöntemlerle, bir yandan koniklerin incelenmesine dayalı (1. Kitabın IV. ve V. bölümleri) birçok sonuçta kitabını zenginleştirirken, öte yandan, 1. Kitabın «Birinci ve Sonuncu Sebepler Yöntemi» adını verdiği birinci bölümüne sonsuzküçük geometri hakkındaki usavurmaları içeren bir bölüm eklenmiştir. Bununla birlikte, Newton’ın 1670 yıllarından itibaren ilk ilkelerine sahip olduğu «akışkanlar yöntemi»ni kanıtlamalarında kullanmadığını görmek (II. Kitabın II. 1.emması dışında) ilginçtir.



Merkezcil Kuvvetlerden Evrensel Çekime



Matematik İlkeleri’nin (Principia) getirdiği yeniliği ve ortaya koyduklarını tüm boyutlarıyla kavramak için, bu incelemenin ispatlama konusundaki tutumuna bakmak gerekir.



Merkezcil kuvvetler kuramının ve evrensel çekim varsayımının ortaya konması bu açıdan iyi bir örnek oluşturmaktadır.



Kepler’in üç yasasından biri olan alanlar yasası, gök mekaniğinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır (birinci yasa, gezegenlerin, odaklarından birinde Güneşin bulunduğu bir elips çizdiğini ifade eder; ikincisi, ünlü alanlar yasasıdır ve bir gezegeni Güneş’e birleştiren doğru parçasının eşit sürelerde eşit alanları taradığını öne sürer; üçüncü yasa, elipslerin boyutlarını dönme süreleriyle bitleştirir, yani, gezegenleri yörüngelerini tamamlamak için gereksindikleri zamana bağlar (bir gezegenin yörüngesini tamamlamak için geçirdiği sürenin karesi, onun Güneşe olan ortalama uzaklığının küpü ile orantılıdır).



Newton, merkezi kuvvetlere tabi cisimlerin hareketlerinin incelenmesinde alanlar yasasının önemini fark etmişti. Bu sebepten, Principia’nın 1. kitabının II. bölümü iki önermeyle açılır; ilkinin karşılığı olan ikinci önermenin hedefi, ivmeli veya merkezi kuvvetli bir hareketin karakteristik özelliğinin bir düzlemde alan tarama hızının değişmez olduğunu veya böyle bir hareketle taranan alanın zamanla orantılı olduğunu ortaya koymaktır. Böyle bir özelliğin bilinmesi, bu alan zamanı belirlemek için kullanılabileceğinden, merkezi kuvvetler kuramının kurulmasına çok önemli bir katkı sağlar.



Buna göre, Principia’nın 1. kitabının 1. önermesi şöyle olur; «Eğrisel hareket yapan cisimlerin, kuvvetlerin hareketsiz merkezine yönelik çizgilerle çizdikleri alanlar, hareketsiz düzlemlerin içindedir ve zamanla doğru orantılıdır».



Bu ilk sonuç, Newton’ı, 4. önermeyi ortaya koymaya yöneltti; önerme, bir noktadaki merkezi kuvvetlerin şiddetinin genel bir ifadesini veriyordu. Bu önerme, Newton’a, hareketli cisimlerin aralarındaki uzaklığın ve verilen kuvvetin merkezinin fonksiyonu olarak belirlenmiş kuvvetin ifadesini elde etme olanağını verdi. Böylelikle, eğer bir örnek ele almak gerekirse, 11. önerme («Bir elips üzerinde dönen cisim, elipsin odaklarından birine yaklaştığında merkezcil kuvvet devreye girer»), merkezi kuvvetin «kuvvet merkezinin uzaklığının karesiyle ters orantılı» olduğu yolundaki çok iyi bilinen sonuca götürecektir.



Bu önerme, gök mekaniği çalışmalarını haber vermektedir ki, kuvvet merkezi artık matematiksel bir nokta değil, kütleye sahip bir cisimdir ve etkileşime girebilir (XII. bölümün 75. önermesinde, Newton, birbirini çeken cisimlerinin kütlesinin onların merkezlerinde toplanmış gibi düşünülebileceğini ortaya koymuştur).



Bu yeni durum, 1. kitabın XI. bölümünde Newton tarafından hassasiyetle vurgulanmıştır; «Merkezi kuvvetler tarafından karşılıklı olarak çekilen cisimlerin hareketi hakkında».



Böylece, Newton, ilkin «iki cisim problemini (önerme 57’den 65’e), daha sonra «üç cisim problemini (66’dan 68’e) ele alır ki, bunlar üzerine çalışmalar son derece titizlikle yapılmıştır. Gerçekte iki cisim problemi bugün yetkinlikle çözülmüşken, üç cisim



problemini (66’dan 68’e) ele alir ki, bunlar üzerine çalışmalar son derece titizlikle yapılmıştır. Gerçekte iki cisim problemi bugün yetkinlikle çözülmüşken, üç cisim ve yukarısı için, yüksek kabul gören yaklaşık çözümler olmasına karşın, genel çözüm yoktur; gezegenlerin hareketleri ya da uzay araçlarının atılması sırasında gökbilimcilerin yaptıkları hesaplar, bunun kanıtıdır. Newton kendi hesabına, iki cisim problemi için, cisimlerden birini yapay olarak sabit alıp (kütlesi daha büyük olanı) çok zekice bir çözüme ulaşmıştır. 1. kitabın Xl. bölümünde geliştirilen bu gidiş, tüm anlam ve içeriğini III. kitapta bulacaktır; şöyle ki, gök cisimlerinin hareketinin gökbilimsel gözlemlere dayanarak evrensel çekim yasası tarafından yönetildiği gösterilmiştir. Bu demektir ki, tüm cisimler bir birbirlerini kütlelerinin çarpımıyla doğru orantılı ve aralarındaki uzaklığın karesiyle ters orantılı bir kuvvetle çekmektedirler.



Gezegenlerin ve onların uydularının hareketlerinin ve özelikle, Ay’ın hareketinin incelenmesinden yararlanılarak ulaşılan sonuçlar anlaşıldıktan sonra -bu sonuçlar merkezi kuvvetle çekim arasındaki özdeşliğin ortaya konması olanağım veriyordu (bu anlamda denebilir ki, Ay her an, tıpkı atılan bir taşın veya bırakılan bir elmanın düşmesini sağlayan aynı nedenden dolayı Dünya’nın merkezine doğru düşmektedir; ama Ay, aynı zamanda, teğeti izleyen bir hareketle hareketlenmiştir ve eğik atış probleminde olduğu gibi, iki hareketin birleşimi eğrisel harekete neden olmaktadır)- Newton, kuyrukluyıldızların hareketlerini ( 42 arası önermeler), gelgit olayını (önerme 46) ve Dünya’nın kutuplardaki basıklığını (önerme 19) incelemiştir. XVIII. yüzyılda, Haley tarafından 1681-1682’de gözlenen kuyrukluyıldızın geri dönüşünün çok büyük bir hassasiyetle öngörülmesi ve Dünya’nın kutuplardaki basıklığı ve ekvatordaki durumunu belirlemek için meridyen yaylarının, sırasıyla Maupertius (1736-1737’de Laponya’da yapılan araştırma gezisi) ve Bouguer ile La Condamine (1735-1744 arasında Peru’da yapılan araştırma gezisi) tarafından gerçekleştirilen ölçümleri, Newton’ın çalışmalarını görkemli bir biçimde gözler önüne serecektir.



Dünyada ve gökte olanlar aynı ilkelere dayanır.



Newton, İngiltere tarafından ulusal kahraman olarak kabul edilmeden ve Westminster Mezarlığı’na gömülmeden önce, Hooke’a, Leibniz’e, Fransız Descartesçılarına (bunlar, kuvvet ve uzaktan etki kavramlarında ortaçağdan kalma bir iz bulmaktadırlar) ve Cizvit bilimadamlarına karşı, bazen şiddetle kendini savunmak zorunda kalmıştır. Ayrıca, 1665-1666 yıllarındaki sezgileri üzerine anlatılan birçok anekdot kendi tarafından eklenmiş olabilir (Annesinin mevye bahçesinde kafasına düşen elma örneğinde olduğu gibi). Ancak, Voltaire ve Kant’tan itibaren Newton’ın öne sürdüğü sonuçlar düpedüz ve yalın doğru sayılmıştır.



Çok açık bir biçimde ifade edilen bazı kavramlara dayanan tümdengelimli yapı, şimdi, hareket biliminin gelişimine yön vermekte ve akılcı mekaniğe yolu açmaktadır. Aristoteles’in evren görüşü olan hiyerarşik düzen içindeki dünyalar (Ayaltı ve Ayüstü dünyalar) yerini birleşmiş bir Evren görüşüne bırakmıştır ve bundan böyle Dünya’da geçerli ilkeler ve yasalarla gökte geçerli olanlar aynıdır. Bizim Evrenimiz artık doğmuştur.



Not: Metin kısaltılarak alıntılanmıştır.



AXİS 2000 - BÜYÜK ANSİKLOPEDİ (http://www.felsefeekibi.com/ adresinden alınmıştır.)
Teorisi
Taylor incelemelerinde sanayi de çalışan işçilerin ekonomik olarak çalıştırılmadıklarını gözlemlemiştir. Bunu iki sebebe bağlamıştır ;
1. İş için gerekli olmayan hareketlerin yapılması çalışanların daha çabuk yorulmasına, enerji ve zamanın büyük bölümünün boşa harcanmasına neden olmaktadır.
2. En basit işler en karmaşık ve yapım süresini uzatarak yapıldığından saat başına üretim azalmakta ve çalışma saatinin ilerlemesi ile verim düşmektedir.

Taylor Bilimsel yönetim ilkeleri kitabında Taylorizmin temel esalarını;
1. Bir işletmede yapılan her iş, gelişi güzel ve işi yapanın arzu ettiği şekilde değil, fakat bilimsel bir titizlikle incelenerek geliştirilecek yöntemler kullanılarak yapılmalıdır.
2. İşe uygun eleman seçilmeli, bu seçim işleri de bilimsel olarak yapılmalıdır.
3. Maksimum üretim esas alınmalı ve her işçi tüm yeteneklerini kullanacak şekilde çalışmalıdır.
4. Çalışanlar ürettiklerine göre ödüllendirilmelidir.
5. Yapılan her iş ölçme ve değerlendirmeye konu olmalıdır.
Tamer Koçel, İşletme Yöneticiliği, İstanbul: HasMatbaası, 10. Baskı, 2005, s.197

Teoride insan unsuru dışındaki faktörler üzerinde durulmuştur, rasyonellik ve mekanik süreçler klasik teorinin hareket noktalarıdır, kapalı sistem anlayışı ile organizasyonları ele almıştır.

Hayatı
Frederick Winslow Taylor, (1856-1915) Amerikalı makine mühendisi ve endüstriyel idâre uzmanı. Endüstriyel verimliliği arttırmak için çeşitli çalışmaları olmuştur.

20 Mart 1856'da, Pensilvanya eyaletinin Germantown şehrinde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Harvard'da hukuk okumak istemişti, fakat çeşitli sağlık sorunları yüzünden üniversite eğitiminden vazgeçmek zorunda kaldı. 1874 yılında makinist çıraklığına başladı. Bu sıralarda mühendis olabilmek amacıyla akşam eğitimine devam ediyordu.

1878'de işçi olarak girdiği Midvale Şirketi'nde 1894'te başmühendis oldu. Daha sonraları ise yine Midvale Şirketi'nde idâreci oldu. Endüstriyel verimliliğin artması için geliştirdiği çeşitli fikirleri burada uyguladı ve şirket'in gelişmesine katkıda bulundu. Daha sonra, Bethlehem Steel isimli firmada ilk kez idâri birimleri yeniden örgütlemeye girişmiş fakat diğer müdürlerle arasında çıkan ihtilaflar sonucu 1901 yılında buradan ayrılmak zorunda kalmıştır. Kısa süre sonra yazdığı "Shop Management" isimli kitabıyla ünlendi. O dönemin fabrika yönetimini ve endüstriyel idâri mekanizmalarını fazlasıyla amatör ve primitif buluyordu. İdâri mekanizmalar için çeşitli disiplinlerin gerekliliğini, işçilerin işbirliği içinde olmasının önemini ısrarla savunuyordu. Metod Etüdü ve Zaman Etüdü gibi çalışmaları ile tarihe geçmiştir. Çoğu uzman tarafından Endüstri Mühendisliğinin babası olarak kabul edilmektedir. 1911 yılında yayınlanan "The Principles of Scientific Management" isimli makalesi ile ününe ün katmıştır. Bu son eserinde belirttiği birçok önemli nokta ile beraber fikirlerinin tamamına "Taylorizm" denilmektedir. 21 Mart 1915'te Philedephia'da öldü.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Frederick_Winslow_Taylor
Teorisi
Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımı, işçi düzeyinde, üretim sorunlarına eğilen, teknik ve ekonomik verimliliği artırmayı amaçlamıştır. Taylor bu sistemin yönetimin üst kademelerinde de uygulanabileceğini belirtmekle yetinmiş, bu konuda detaylı bir çalışma yapmamıştır.

Bu çalışma ilk olarak Henri Fayol tarafından yapılmıştır. Fayol 1916 yılında yazdığı kitabında yönetimi bir süreç olarak görmüş ve bu süreci fonksiyonlara ayırarak incelemiştir. Bu fonksiyonlar bugün halen geçerliliğini korumaktadır.



Fayol’a göre bir işletmede başlıca altı çeşit faaliyet bulunmaktadır:

Teknik Faaliyetler (üretim faaliyetleri)
Ticari Faaliyetler (alım, satım ve değişim)
Finansal Faaliyetler (para bulma ve değerlendirme)
Güvenlik Faaliyetleri (çalışanların ve ekipmanların güvenliği)
Muhasebe Faaliyetleri (mali kayıtların ve istatistiklerin tutulması)
Yönetim Faaliyetleri
Fayol bu fonksiyonlardan yönetim fonksiyonunu incelemiş ve yönetimin temel olarak beş süreçten oluştuğunu belirtmiştir. Bugün de geçerli olan bu süreçler, planlama (ileriyi görme - “prevoyance”), örgütleme, emir-komuta, koordinasyon ve kontroldür.
Fayol’un Yönetim Fonksiyonlarına İlişkin Açıklamaları


Hayatı
1841 yılında Paris’te doğmuştur. 19 yaşında Saint Etienne Maden Yüksek okulunu bitirmiş ve “Commentary Fourchambault” kömür işletmesine girmiştir. Bütün meslek yaşamını burada geçirmiş, 1888 yılında Genel Müdür olmuş ve 1918 yılına kadar bu görevi başarıyla yürütmüştür. 1888 yılında iflas etmek üzere olan firma, Fayol’un yönetiminde büyük atılımlar yapmıştır. Madencilik ve yönetim konusunda birçok seminer vermiş, makale yayınlamıştır. 1916 yılında yayınladığı “Administration Industrielle et Générale” adlı eseri ile fikirlerini bütün dünyaya duyurmuştur. Bu eser 1939 yılında Asım Çalıkoğlu tarafından “Sınai ve Umumi İşlerde İdare” adı altında dilimize tercüme edilmiştir. 1925 yılında ölene kadar (Centre de l’Admisitration Scientific) Bilimsel Yönetim Araştırmaları Merkezi’nde yönetim ile ilgili çalışmalarına devam etmiştir.